20 Aralık 2025 - Cumartesi

RUHSAL YALNIZLIK SENDROMU

Öyle bir yalnızlıktır ki bu, aynaya bakıp kendini tanıyamamaktır; yüz tanıdıktır ama bakan gözler yabancıdır. İnsan, kendi iç sesiyle konuşur ama cevap alamaz;

Yazar - Aydın Uzkan
Okuma Süresi: 4 dk.
Aydın Uzkan

Aydın Uzkan

-
Google News

İnsanın yüreğinde var olma halleri içinde tamlık şuuru oluştuğunda izole edilebilen bir yalnızlık vardır. Bu çağın yaşama kültürüyle daha bir alevlenip ve  daha bir muhtevasını genişlettiği yalnızlık ise ruhsal yalnızlıktır.

Kimsenin yabancı kalamadığı bu yalnızlık, saçtaki ak kadar sessizce büyür ve insanı hayata karşı hem dirençli hem de kırılgan kılar. Gecenin ortasında uyanan bir kalp gibi sessizdir; kimse duymadan atar, kimseye görünmeden kanar.

Öyle bir yalnızlıktır ki bu, aynaya bakıp kendini tanıyamamaktır; yüz tanıdıktır ama bakan gözler yabancıdır. İnsan, kendi iç sesiyle konuşur ama cevap alamaz; sorular havada asılı kalır. Bu yalnızlığın sığınağında, var oluşunu sürdürmenin bedeli ağırdır. Bu duygusal, sinsi ve değişken çöl, öylesine huzursuz eder ki, içimizde saklanmış nice  korkuları da ortaya çıkartır.

İnsanın içindeki boşluk bazen bir mağara, bazen de uçsuz bucaksız bir çöl olur; yankı sadece kişinin kendi sesi yani ruhunun yalnızlığıdır. Uzun bir yolculuk gibidir o; varılacak yer belirsiz, yol işaretleri siliktir. İnsan yürür, durur, tekrar yürür; ama her adımda içindeki boşluk da onunla birlikte ilerler.

Rainer Maria Rilke, “Yalnızlık yağmur gibidir; akşamdan sabaha şehirlerin üzerine yağar.” Ruh, bu yağmurun altında ıslanırken kalabalıklar şemsiye olmaz; çünkü ruhsal yalnızlık, temasla değil, derinlikle ölçülür.’’der.

Ruh yalnızlığı içinde olan insan kendisiyle bile mesafeli bir misafirdir; çünkü bazen ,kendi içinden bile sürgün edilir. Nietzsche, çölde yürüyen insanı hatırlatır: “Çöle düşenin yalnızlığı başkadır.” Ruh yalnızlığı da böyledir; güçlendirir ama yakar, öğretir ama iz bırakır.

Ruh yalnızlığı içimizde durmadan sönen ve yeniden yanan bir kandil gibidir; ışığı vardır ama ısıtmaz. İnsan, kendi içinden geçen düşüncelerin kalabalığında kaybolur, her düşünce bir başka düşünceye çarparak sessiz bir enkaz bırakır.

Bu yalnızlık, dışarıdan bakıldığında anlaşılmaz; çünkü yüz gülümseyebilir, ses konuşabilir, adımlar kalabalığa karışabilir. Ama ruh, kendine ait bir boşlukta asılı kalır; ne düşer ne de yükselir, sadece bekler. Beklemek de yorucudur; çünkü neyi beklediğini bilmeyen bir ruh, zamana karşı savunmasızdır.

Bazen de derin bir denizin dibinde yürümeye benzer ruh yalnızlığı. Su her yerdedir ama nefes yoktur. İnsan, duygularını anlatacak kelimeler bulamaz; bulsa da onların eksik, kırık ve yetersiz olduğunu hisseder. İçten içe büyüyen bu yalnızlık, kalbi ağırlaştırır, düşünceleri yavaşlatır. Her hatıra bir taş gibi cebe girer ve insan yürüdükçe daha çok çöker.

Ruhumuzda dokunulmamış bir adadır ruh yalnızlığı. Kaderi dalgaların insafına kalmıştır. Dostoyevski’nin karanlık aynasında bu yalnızlık daha ağırdır: “Herkesle birlikteyken bile yalnızım.” İnsanların arasında dolaşan ruh, aslında kendi zindanında volta atar; anahtar ise çoğu zaman yoktur.

Sait Faik, bu yalnızlığa bir İstanbul sabahı kadar tanıdık yaklaşır: “Yalnızlığı seviyorum, kalabalıklar beni ürkütür.” Çünkü ruh, bazen sadece kendi sessizliğinde nefes alabilir. Cemal Süreya ise, son noktayı koyar gibi söyler: “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz.” Ruh yalnızlığı, anlatıldıkça hafifler ama asla bütünüyle kaybolmaz.

Ve Mevlânâ, bu derin boşluğu ilahi bir kapıya çevirir: “Yalnızlık Hak’la beraberdir.” Belki de ruh yalnızlığı, insanın kendinden geçip özüne yaklaşabildiği en sessiz eşiğin adıdır.

#
Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.